Memur Mehmet..

Bu sabah gene durağan yaşamının kollarına atmıştı kendini 2 çocuk babası Memur Mehmet. Günleri, karısının hazırladığı kahvaltı masasındaki az biraz yiyeceği hızlıca atıştırmakla başlıyor; devlet dairesindeki ona memur sıfatının takılmasını sağlayan ama basitçe yerleri silme olarak tanımlayabileceğimiz işini yapmasıyla devam ediyor; akşam ailecek yemek masasına oturmakla da sona eriyordu; basitçe. Ne kadar sıradan olsa da hiç de kolay değildi Memur Mehmet’in yaşamı.

Tek maaşla ev geçindirmenin dayanılması pek zor olan çilesi; çocukların istekleri ve de karısının isteyemedikleriyle birleşince Mehmet hüzünlendikçe hüzünleniyordu. Tüm bu hüznün sonlanacağı günse hiç yakın gelmiyordu Mehmet’e.

Sabahın bir körü evinden çıkarken yaklaşık 1 kilometre olduğunu düşündüğü iş yolunda kendisini üzen düşüncelerinden kurtaramıyordu yer yer. Böyle zamanlarda ise değer verdiklerinin yarattığı kafasındaki sesleri yatıştırmak için ya adımlarını sayıyor ya ıslıkla o an aklına gelen bir şarkıya eşlik etmeye başlıyor ya da hayaller kuruyordu. Hayallerinin saflığına aldanma hatasını sık sık yaptığı için en tercih etmediği yol bu oluyordu. Ama bu sabah, hataya karşı direnç gösterebileceğini düşündü yaklaşık 1 kilometre yolu yürümeye başlarken.

Saf ve basitti Memur Mehmet’in hayalleri: kah ailesiyle çok büyük bir ziyafete inanılmaz şık kıyafetlerle katıldıklarını kah da çocuklarının büyük adamlar olacaklarını, sonra karısıyla kendisine bakacaklarını zihninde canlandırıyordu. Saf ve basitti. Yaklaşık 1 kilometrelik yol bu hayaller sayesinde rüya gibi geliyordu Memur Mehmet’e. Tam en güzel yerindeyken işine varıyordu, rüyanın en tatlı anında uyandırılmaktan hiçbir farkı yoktu.
Bugün yürürken çocuklarını düşledi. İlk başta geçmiş gelmiş olsa da aklına hızlıca geleceğe seyahat etmesini bildi. Gülümsemeye başladı Memur Mehmet.

Huzurlu uykusundan milli piyango bileti satan, yüzü yaşlılıktan kırışmış, beyaz saçlı görevlinin “Yılbaşı, büyük ikramiye 30 milyon” bağırışıyla olması gerekenden önce uyandı. Çocuklarının hayalinin yerini 30 milyonla yapılabileceği sınırsız alternatifler aldı çabucak. “Neden olmasın” dedi kendi kendine. Biletçiye doğru yöneldiğinde çoktan elini cebine atmıştı. “Çeyrek bilet ne kadar?” diye sordu Memur Mehmet. 7.5 lira cevabıyla irkildi. Cebinden çıkan eli yırtık bir 5 lira tutuyordu. Önce paraya, ardından biletçinin yüzüne baktıktan sonra boğazındaki düğümden 2 kelime kurtulabildi: “Kısmet değilmiş.” Bilet satan görevli bir anlık durgunluktan sonra bağırmaya devam etti.

Memur Mehmet’in adımları biletçinin sesinden hemen kurtulabilmek için hızlanmıştı. İş yerine kalan tahmini 200 metreyi koşarak katetmek istedi ve koşmaya başladı. “Kaçtığım biletçinin sesi mi? Elimdeki 5 lira mı? Yoksa tüm yaşantım mı?” diye düşünürken acı bir çığlık etraftakileri ürküttü. 40’larında bir adam yere uzanmış, etrafı kanlarla kaplanmıştı. Kimse ne yapacağını bilmiyor ama herkes adama doğru hareket ediyordu. Yanına vardıklarında kanlar içindeki adamı ve kanda yüzen 5 lirayı gördüler. Sarhoşun birisi gelmiş, Memur Mehmet’in önünü kesip soymaya çalışmıştı. Memur Mehmet ise tüm dürüstlüğüyle parasının olmadığını belirttiğinde sarhoş Mehmet’in elinde gördüğü parayı istemişti. Memur Mehmet az önce bilet almaya yetmeyen, şu an onun için değerinden fazla anlamlı 5 lirayı vermeyi reddettiğinde sarhoş Mehmet’i 3 bıçak darbesiyle yere yıkmıştı. Memur Mehmet’in gözleri düşerken elinden kayıp giden 5 lirayı aramış ve görememişti. O 5 liraya karşı hissettiği bağlılık, tüm yaşamının özetini anlatan boğazında biriken acısı acı bir çığlık olarak ağzından çıktığı Memur Mehmet yerdeydi..

Published in: on Aralık 6, 2009 at 7:32 pm  Yorum Yapın  

Ö-L-Ü-M

İşte son nefesini veriyordu, 63 senelik yaşamının son nefesini kuruluktan beyazlamış dudaklarının arasından soluyordu. Rahatlamıştı aslında, tüm dertleri geldi gözlerinin önüne ilk başta. Sevindi umarsızca, kurtulmuştu onlardan. Kuru dudaklarına gülümseme kondurmuştu bu rahatlık. Sonra yaşadığı güzel günleri hatırladı. Gülümseme şimdi yerini solgun bir surata bırakmıştı. Ve o solgun surat özetliyordu koskoca bir yaşamın özetini. Yaşanan sevinçler, erişilemeyen ama asla erişmeye çalışmaktan vazgeçmediği ümitler, ilk aşk, ilk sevgili, ilk öpüşme ve daha nicesi geliyordu aklına. Bunlardan uzaklaştığı için üzülüyordu belki de. Bu düşüncelerin hepsi o son solukla havaya karışıyordu. Ölmüştü!

Gözlerini tekrar açabileceğini hissetti yaklaşık yarım saat sonra. Beklememişti tüm yaşadığı süre boyunca öldükten sonra tekrar dirilmeyi, farkına vardıkça kafasında yeni yeni soru işaretleri ve bunların oluşturduğu şaşkınlık giderek artıyordu. Ayaklanmadan önce gözleriyle etrafı süzdü, tek görebildiği saf maviydi; ne beyaz, ne siyah sadece mavi. Mavinin bildiği bir şey olmasından aldığı cesaretle dizlerini kendine doğru çekip yerden kalkmaya çalıştı, şaşkınlığını bir nebze daha giderecek bildiği bir şey görmeyi umarak. Ayağa kalktığında uçsuz bucaksız maviliğin devam ettiğini gördü. “Ne yapacağım?” diye sordu kendi kendine, sonsuzluğa mı ulaştığını düşündü bir an için ama emin olamadı. Tam o esnada arkasından “pof” diye bir ses geldi, korkuyla irkildi.

“Hoşgeldin Selim” dedi sıcak bir ses. Hayatında duyduğu en muhteşem sesi duymuş, bu ses onu karşılamış ve içindeki tüm korkuları, kafasındaki tüm soruları, tüm kuşkuları bir anda yok etti. Isınmıştı. Arkasına döndü, beyazlar içinde uçan bir yaratıktı gördüğü. Yüzü buruşuk ama samimi, boyu ise ufaktı. İlk görüşte inanmıştı ondan hiçbir zarar gelmeyeceğine, ilk görüşte aşk gibi ama aşk değildi bu; güven diyordu insanlar..

– Merhaba
– Biliyorum kafanda çok soru var, bunlara alacağın yanıt biraz sonra kesinleşecek.
– Nasıl?!

Bir “pof” sesi daha geldi. 3 beyaz kapı belirdi karşısında. Gülümsedi görevli.

– Selim, ben buralardan sorumlu görevlilerden sadece biriyim. Kararını vermende sana yardımcı olacağım.
– Ne kararı?
– Bundan sonra ne olacağını kendin seçeceksin.
– Ne olacağını mı? Ama öldüm ben? Bitti her şey?
– Aslında pek öyle değil. Gördüğün 3 kapı belirleyecek neyin bitip bitmediğini.
– Nasıl?
– Şöyle ki, 1. kapı çoğu dünya üzerindeki çoğunluğun inandığı Tanrı’nın yolu. Yani yaşamın boyunca yaptığın iyiliklere ve kötülüklere göre cennet ya da cehenneme gideceksin. Bu kapıyı seçtiğinde karşılaşacağın benden yetkili görevli bu konuda sana yardımcı olacak. 2. kapı dünya üzerindeki çoğunluğun inanmadığı reenkarne kapısı. Bu kapıyı seçersen yeryüzüne geri döneceksin ama hangi bedende reenkarne olacağını seçemezsin, bir nevi şans kapısı. 3. kapı ise son kapısı. Seçimini bu kapıdan yana yaparsan her şey bitecek; tüm dertler, tasalar, üzüntüler, sevinçler, mutluluklar son bulacak.
– Sen ciddi misin? Saçmalıyorsun.
– Ben olsam kısıtlı zamanımı buna kafa patlatarak harcamazdım. Hak verirsin ki işim fazlasıyla başından aşkın.

Selim düşünmeye başladı, hayatını getirdi hatrına. İyi bir insan olmuştu aslında 63 sene boyunca. Çok kişiye iyilik yapmıştı ama çok kişiyi de kullanmıştı. Biraz cezayı hak etmiyor değildi. “Ya bahsettikleri cehennem azabı gerçekten çok uzun sürecekse” diye geçirdi aklından. Vazgeçti ilk kapıdan. 2. kapıya yoğunlaştırdı odağını, reenkarne kapısına. Canlıların arasına dönmek istemiyordu, çoğunu hiçbir zaman sevmemişti. Hele insanlar yok muydu, tüm hatalarını onlar yüzünden yapmıştı; saflığına leke atan da onlardı zaten. İnsan olarak reenkarne olmanın iğrenç olacağını fark etti, umarsızca bu seçeneği de rafa kaldırdı. 3. kapı, son kapısı ilk duyduğunda en fazla dikkatini çeken olmuştu. Her şeyden kurtulmaktı onun için bu kapının manası; bir daha risk almamak, bir daha sorumluluk almamak, rahatlamak, soluklanmak, arayıp durduğu ama yıllar boyu bulamadığı huzura ulaşmak. Bir son, güzel bir son..

Yaratığa döndü Selim,

– 3. kapıyı seçiyorum.
– Emin misin? Seçeneklerini iyice düşündün mü?
– Evet.
– Biraz acele karar veriyorsun sanki. Genelde uzun süreler düşünüp karar veremez insanlar.
– Ben verdim kararımı.
– Az daha düşünsen?
– Neden bu kadar soru sordun?
– 3. kapı pek seçilmez de, şaşırdım. Sondan korkar çoğunuz.

Selim 3. kapıya yaklaşmıştı iyice cevapları verirken, görevlinin son sözlerini de duyduktan sonra “ben değil” dedi. Yaratığa bakıp gülümsedikten sonra 3. kapının kulpunu zorladı, kapıyı açtı. Tekrar döndü,

– Teşekkürler her şey için.
– Geçmiş olsun.

Geçti ve bitti..

Published in: on Ekim 13, 2009 at 11:29 pm  Yorum Yapın  

Gölge geçer mi?

Küçükken öğrenmişti Fatih yanında asla kaçamayacağı, ondan ne olursa olsun saklanamayacağı bir şey taşıdığını. Ve bunu da bir bilmeceyle yapmıştı okulundaki Ayşe Öğretmen. 5 yaşından beridir ne zaman karşılaşsa gölgesiyle aklına geldi. Şimdi ise yeni yeni anlamaya başlıyordu bilmecenin ve cevabın taşıdığı manayı.

Geçmişin bir betimlemesiydi gölge ve bilmeceyi bilmece yapan kelimeler.

“Ben giderim o gider” diyordu bilmece. “Ee, işte geçmiş de böyle değil mi?” diye sordu Fatih kendi kendine. Tam cevabı düşünmeye başlamak üzereyken, “Evet” diye bağırdı sokağın ortasında. Ona doğru yönelen bakışlardan kaçınmak için swatshirt’ünün kapüşonunu geçirdi kafasına; sonra hiçbir şey olmamış, sanki daha demin yaşamı yaşam yapan ayrıntılardan bir tanesini keşfeden o değilmişcesine atmaya devam etti adımlarını. Geçmişini de yanında taşımıştı geçen 24 sene boyunca. Geçmişten aldığı dersleri, geçmişi sayesinde kazandığı tecrübeleri pusulasıydı Fatih’in. Tüm önemli karar aşamalarında, hayatını etkileme ihtimali olan seçimlerinde onun gittiği yere gidenden yola çıkarak başlıyordu düşünmeye. Düşünmeye başlamadan “Evet!” diye bağırmasına sebebiyet veren de buydu.

“Arkamda tın tın eder” diye devam ediyordu bilmece. Fatih yürürken uzaklara daldı. Bir anda o kadar çok örnek geldi ki aklına geçmişin istese de peşini bırakmadığını ona ispatlayan. Karşıdan gelen uzun mantolu adamın omuz darbesiyle sendeledikten sonra ancak dönebildi gerçek dünyaya. Bir sızı hissetti içinde, bazı anıların bıraktığı yaralar hala oradaydı ve peşini bırakmamışlardı. En belirgin olan, üniversite yıllarını beraber geçirdiği ve ertesinde üniversite bittiğinde birbirlerini kısıtlamamaları gerektiğine inanarak (kısaca sevgilisini düşünerek) ayrıldığı Gizem’i iki sene bir erkekle sarmaş dolaş görmüş ve 2 hafta boyunca “of” çekmişti kalbinin en derin köşelerinden; evet, unutamamıştı.

Durakladı. Güneş batmaktaydı artık yavaş yavaş, sağına baktı ve gölgesini gördü. Geçmişi yanındaydı, ona doğruları göstermek için hep orada duruyordu. Fatih gülümsedi ve kafasını kaldırdı. O anda uzaklardan tanıdık gelen yüzün ona baktığını gördü, hemen çıkarmıştı kim olduğunu. Ayşe Öğretmen torunu Elif’le gittiği alışverişten dönerken görmüş ve tanımıştı eski öğrencisini zira hiç değişmemişti Fatih; yüzünün şekli, avurtlarının büyüklüğü, burnu, kaşları, gözleri hala aynıydı. Birkaç saniyeliğine geçirdiği şoktan kurtulan Fatih, yıllardır uyuduğu uykudan uyanan bir edayla zorlanarak “Merhaba” diyebildi. Ayşe Öğretmen ise eski öğrencisine pek sevecen yaklaşmıştı. Hatta zamanı varsa hemen bir çay içmeyi bile teklif etti. Fatih zevkle kabul etti.

Çay bahçesine doğru yürürlerken, Fatih tekrardan sağına baktı ve bu sefer gölgesinin kendisine gülümsediğini gördü..

Published in: on Ekim 5, 2009 at 10:10 pm  Comments (1)  

Aslında Oradalar..

Gene ayna karşısında yolun yarısına dayadığı merdivenin basamaklarını nasıl tırmandığını düşünürken yüzündeki kırışıklıkları inceliyordu. Bu kırışıklıkların sebebinin hayattan öğrendikleri mi yoksa onun hayata öğrettikleri mi olduğunu aynadaki yansımasıyla -kendisiyle- her göz göze geldiğinde sorguluyordu, cevabı bulamayacağını bilerek.

Yolun yarısına yaklaştıkça daha da ümitsizleşmişti, koskoca bir ömrün yarısı arkasında kalmıştı dile kolay. Fakat birisi çıkıp nasıl geçti koskoca 35 yıl diye sorsa söyleyecek tek laf bulamayacağından da emindi. Zaman zaman geçmiş günleri anımsamaya çalışıyor; onu üzen, yaralayan, ağlatan, isyan ettiren olayların hepsini hatırlayabiliyordu. Ama yüzünün güldüğü anları bulamıyordu hatıraların arasından. Hayatın özü bu galiba diye geçirdi aklından: yaşamındaki güzel anları unutmamak, üzüldüğün değil; aptal aptal gülümsediğin anları hissetmek, sadece onların sende yer etmesini sağlamak. Çoktan söndüğünü sandığı ama aslında içinde bir yerlerde gizlenen, yıllar boyu yanmış ateşin varlığını hissediyordu tekrardan.

Aynanın karşısından kalktı, az önce tüm bedenini saran ümitsizlik yerini çocuksu bir coşkuya bırakmıştı. Canı dışarı çıkıp yağan yağmurun altında dans etmek, bağırarak ve umursamadan şarkılar söylemek istiyordu. Daha önce de olmuştu bu ama cesaret edememişti. O an aklına geldiğinde çoktan kapıyı kilitlemiş ve evden dışarı ilk adımını atmıştı. Şimdi merdivenlerden iniyordu, apartmanın kapsını açmanın bu kadar zevkli olduğunu fark etmemişti daha önce. Sanki özgürlüğün kapısını açıyordu, eğlenmişti . Sokağa çıktığındaysa ellerini iki yana, başını göğe doğru kaldırdı; var gücüyle haykırmaya başladı. İçindeki tüm karamsarlık ağzından çıkan o anlamsız sesle birlikte yok oluyordu, uzun süre sonra bu denli rahattı içi.

Sırıksıklam eve döndükten sonra hiçbir şeyin kalbindeki sıcaklığı almasına izin vermeden yatağa atmıştı kendisini.

Sabah kalktığında alışkanlığına teslim olmuş,  gene aynanın karşısına geçmişti. Kırışıklıkları incelemek üzere gözlerini açmaya çalışırken alnının hemen sol tarafında bir kızarıklıkla yüzleşti. Dün gece keşfettiği özü unutturmamak amacıyla bir sivilce “günaydın melek” diyordu, tıpkı yıllar önce annesinin onu uyandırdığında söylediği gibi..

Published in: on Eylül 19, 2009 at 1:07 am  Comments (3)  

Murat ve Can

Unutmuş değilim bunları. Sadece biraz daha kısa soluklu şeylerle denemeler yapmam lazım..

Published in: on Eylül 18, 2009 at 1:00 am  Yorum Yapın  

koş koş koş..

Başta çok ufak bir açıklama bu sefer, aklımda tek bir cümle var ki zaten bu giriş cümlesi olacak. Bakalım tek bir cümle kısacık öykülerden birini yazdırabilecek mi?

Çocuk arkasına bakmadan koşmaya devam ediyordu. Hangi köşeden dönse peşindekileri atlatabilirdi onu düşünmeye, önünde takılabileceği engelleri görmeye çalışıyordu. Koştukça hava hiç olmadığı kadar karanlık gelmeye başlamıştı. Kendi kendine önündeki ikinci köşeden sağa dönünce peşindekileri atlatabileceğine inandı. İki köşe sonra sağa döndü, duvara yaslanıp soluklanmaya çalıştı. Gözlerinin ucuyla peşindekilere baktı, kimse yoktu; yaklaşık bir saattir onu kovalayan 2 piç kurusu sonunda takipten vazgeçmişti. Onlara bir kez daha küfrettikten sonra yoluna yürüyerek devam etti..

4 saat önce…

Çocuk 19. doğum gününü kutluyordu tek başına. Bazılarına iğrenç gelen olaylarla küçüklüğünden beri baş etmek zorunda kalmıştı. Anne babasının simasını zar zor hatırlıyor, yaklaşık 6 senedir sokaklarda yatıyordu. Hayatta nasıl kalabileceğini çoktan öğrenmiş olan çocuk bir kez daha bildiği yolu uygulamak için ayaklanıyordu.

3 saat önce…

Artık işe başlamalıydı. Bugün doğum günüydü, garip bir şekilde şansının yaver gideceğine ve hiçbir zorlukla karşılaşmadan işleri halledebileceğine inanıyordu. Karanlıkta sokağın ortasında bıçağını eline alıp beklemeye başladı. Kişiler geçtikçe şansın düşündüğü gibi yanında olmadığını görüyordu, Allah’ın belaları 3′erli 4′erli grup halinde önünden geçiyorlardı.

1 saat önce…

Artık beklemekten sıkılmıştı. İlk gelen kim olursa olsun saldırıp çantasını kapacaktı. Şansı yoksa onunla mıydı? Yalnız bir kız sokağın başında belirmişti. Çocuk avına odaklanan bir kedi gibi pozisyonunu aldı, uzun süredir beklemesinin ödülü ona doğru adım adım geliyordu işte. Kız yaklaştıkça çocuk heyecanlanıyordu. Aralarında 10 metre kaldığında çocuk kızın üzerine doğru koşarak gitti. Kızı hırpaladı ve çantasını çekti. Kız ne olup bittiğini anlamaya çalışırken çığlık atmaya başladı. Kızın feryadını o sırada yolun başından geçmekte olan iki erkek duydu. “Orospu çocuğu bırak o kızı” diye bağırdı iri olan. Çocuk erkeklerin koşar adım ona doğru geldiğini görür görmez kızın çantasını bıraktı ve kaçmaya başladı..

yazarın notu: garip oldu bu..

Published in: on Eylül 18, 2009 at 12:58 am  Yorum Yapın  

İlkler..

Murat karar vermekte hep zorlanıyordu, yaşamı boyunca bu böyle süregelmişti. Fark etmez en çok kullandığı ama bir o kadar da kullanmaktan nefret ettiği bir cevaptı. Şimdi ise elindeki kalemi oynuyordu. Yazmanın en temel ve en has kuralını unutmuştu. Düşünmemeliydi, ilk kelimeyi yazdıktan sonra gözlerini kapatmalı, kalemin özgürlüğü üzerindeki kısıtlamasını kaldırmalıydı. Bunca senedir onu başarılı yapan da buydu zaten. Düşünmeye ara verdi ve kalemle oynamayı bıraktı, kalem tutan eli kağıda yaklaştıkça sanki kalem canlanıyor, Murat’ı arka plana atıp kalem, kalemin hükmettiği el ve kağıttan yeni bir dünya oluşturuyordu.

Ve kalem başarılı oldu..

“Çocukların büyümesi, her geçen gün daha farklılaşmaları her anne babayı olduğu gibi Can’ın ailesini de şaşırtıyordu. Daha dün gibiydi, onu ilk kucaklarına alışları, o saç olmayan kafasını okşamaları, ilk gazını çıkartmaları, ilk ayağını elleriyle ölçmeleri, annenin Can’ı ilk kez emzirmesi, ilk kez emeklemesi, ilk gülümsemesi, ilk kahkaha atması, ilk bezini değiştirmeleri, ilk o pis bez kokusuna direnme çabaları.. Bu ilkler o kadar çoktu ve hepsi o kadar özeldi ki aile bunlarla sonsuza kadar mutlu olabilirdi. Can ise “hayır, daha yapacak çok işim ve çok işiniz var yahu” mesajını her gün farklı bir şekilde ailesinin gözüne sokuyordu. Aile ise her sabah uyandıklarında yeni bir şeyler bekliyordu.

Bu sabah ise Can ailesi için değil ama ailesi onun için sürprizler hazırlıyordu. Aile daha geçen gün çıktıkları alışverişte bunun için hazırlanmıştı. Can’ın doğum günüydü. Aile kendi doğum günlerini zerre önemsemezken bu gün için hazırlanıyorlardı. Baba var nefesiyle balonları şişiriyor, anne ise süsleri odaya asıyordu. Can için farklı bir dünya yaratıyorlardı, sanki her şeyin şekerden olduğu bir dünya. Misafir çağırmamışlardı; çevrelerindeki onca insandan bu anın özelliğini paylaşmak isteyecekleri kimse yoktu. Balonların hepsi şiştiğinde baba Can’ı, anne ise pastayı getirmeye gitti. Pastada bir mum vardı ve o tek mum Can’ın sahip olacağı yaşamı özetlercesine büyük bir heyecanla yanıyordu. Can odaya girdiğinde ise gülümsemişti, o evde gezmediği yer olmadığını düşündüğü halde babası onu rengarenk bir gizli odaya getirmişti ve o görüntü hafızasına kazınmıştı, sonraları ise canı ne zaman sıkılırsa o odayı gözünün önüne getirip ilk gördüğü andaki gibi gülümseyecekti.

Baba Can’ı pastanın karşısına oturttu. Can gülümsemeye devam ediyordu, önündeki anlam veremediği nesneden bir sıcaklık geliyordu. Elini yaklaştırmaya çalıştığında, annesi bir anda “cıss” dedi, Can ise hemen anladı, onun elini değdirmemesi gereken bir şey olduğunu. Mum yanmaya devam ediyordu. Can yerine bu sefer için annesi dilek dilemişti ama üfleme işini gene Can’ın yapmasını istiyorlardı. Anne ve baba Can’a üfle dediklerinde bu sefer aile Can’ın kendileri için hazırladıkları sürprizle karşılaştırlar. Can hemen üflemişti mumu, mum ise Can’ın istediğine uymuş ve sönmüştü. Ailesi Can’ı alkışlarken, Can da onları taklit edip alkışladı. Can ve ailesi gerçekten mutluydu..”

Murat sigarasını aradı, sigarası uzun süreden sonra gülümseyen dudakların arasına giriyordu. Murat da uzun süreden sonra bir şey yazarken bu derece mutlu olduğunu hissetti. “Nice senelere Can” dedi kendi kendine ve sigarasını söndürdü..

Published in: on Ağustos 23, 2009 at 9:57 pm  Yorum Yapın  

İlk anlar..

Hemen yanında durmakta olan sigara paketini çıkardı. Çakmaktan hep nefret etmişti. Kibriti ateşlerken çıkan o ses ona hep çok özel gelmişti. Şimdi kafasını toplamalı ve kalemi kullanmalıydı..

“İlk ağlaması kısa sürmüştü Can’ın. Sonrasında da hemen sarıp sarmalanmıştı. Canlılar tarafından el üstünde tutulmak, dikkat edilmek hoşuna bile gitmişti o an. Daha gözlerini açamıyordu ama yüzündeki ahmak sırıtışın farkına varabiliyordunuz. Şimdi de bir yere götürüyordu onu beyaz elbiseli canlılar. Sonraları onların insan olduğunu öğrenecekti. Yatağa yatırdılar Can’ı. Tam o esnada bir sıcaklık hissetti. Sanki etrafına bir kalkan çekildi o an, hiçbir şey o kalkanı delip geçip ona zarar veremezdi sanki, o kadar güçlüydü. Sonra bir el kafasına doğru uzandı ve okşamaya başladı. Görünmez alanın içi sanki cennetti. Dünyada hiçbir kötülük olmadığına, nefes almanın, yaşamanın çok çok özel bir şey olduğuna inandı. Tatlıydı, sıcaktı, güzeldi. İlk nefesini alalı yarım saat olmamıştı ama son nefesini verecek olsa o an hiç pişman olmazdı. Mutluydu..

Onu o kalkanın içine sokanlar tekrardan bu kalkanın dışına çeken kişiler oldu. Ayrı farklı bir yere götürdüler. Bu sefer de daha sert elleri olan bir canlı onu kavramıştı. Önceki sıcaklıktan tamamen farklıydı. Hayır, soğuk değildi ama ciddiydi. Sevginin, şefkatin yanında arada bir mesafe olduğunu da hissediyordu. Enteresandı, hayat boyu onun yanında kalsa sağ sağlim olacağını hissedebiliyordu ama bir uzaklık da yok değildi.

Baba ilk başta bebeğin annenin yanına yatırılmasını istemişti. Cesaret edememişti onu tutmaya, kavramaya, okşamaya. Annenin yanına yattığında uzaktan izlemiş ve gülümsemişti, biraz da kıskanmıştı. Annenin kalbi yerinde duramıyor, sürekli sevgi gösterisinde bulunmak, sürekli okşamak istiyordu Can’ı. Sonrasında hemşireler anneden alıp babaya verdiklerinde bebeği, baba son 2-3 aydır yaptığı “nasıl bebek tutulur” çalışmalarını bir anda unutmuş, ilk başta hafif bir düşürme tehlikesi atlatmıştı Can’ı. Neyse ki Can hissetmemişti. Sonrasında ise babanın aklında o an değil bir anda gelecek belirdi. Bütçe, sorun, yapılacaklar, iş.. Bunları yok etmeliydi..”

Murat bir eksik olduğunu hissetti, sigarasıydı o eksik. Uzun bir nefes daha aldı ve düşündü. Sigarayı küllüğe sıkıştırmaya çalıştı ve kalemi tekrardan kavradı..

Published in: on Ağustos 18, 2009 at 2:34 pm  Yorum Yapın  

Giriş

murat kızmıştı.

hiç bu kadar kızgın kalkmamıştı o 12 sene boyunca her gece yattığı yataktan. rüyasında gördüğü o görüntüler bir türlü çıkmıyordu aklından ama onu kızdıran şey görüntülerden öte görüntülerin gerçekliğiydi.

Ergenliğinin başlarında da buna benzer bir olay yaşamıştı. 3-4 ay boyunca her gece rüya görmüştü ve bu rüyaları yaşıyordu. Çoğu insan gibi rüyalarda bir izleyici değildi. Kendi dünyasını yaratıyordu ve bu dünyayı “gerçek” kılabiliyordu. Sonraları atlatmıştı bu hayali gerçekliği. Rüyalar bir anda kesilmişti, rüyalar kesildikçe hayaller azalmıştı, hayaller azaldıkça da saçlarındaki beyazlar artmıştı Murat’ın.

9 sene sonra tekrardan hissetmişti bu değişik hissi. Hayatına yeni bir şey alırken hep zorlanmıştı kendisi. Çünkü, o hayatına gelen şeyin iyilik mi kötülük mü hayatı boyunca emin olamamıştı. Şimdi ise bu hayaller tekrardan geliyordu. Acaba iyilik mi getireceklerdi. Bu çelişkiler kızdırıyordu Murat’ı. Her çelişki yeni bir çelişkiyi doğuruyorken nasıl rahat edebilirdi ki?

Yataktan kalktı ve banyoya doğru yöneldi. Rüyanın etkisinden kurtulmaya çalışırken buldu kendisini. Etkisinden ne kadar kurtulmak istese de kalbi hızlı hızlı çarpmaya devam ediyordu, beyni ise sorular sormaya çoktan başlamıştı. gerçek? rüya? yatak? geçmiş? anılar? hisler? ve cevapsız kalacak onlarca soru kalbinin her atışıyla beynine nufüs ediyordu.

Soruların bir insanı ne kadar ileri götürebileceğini düşünüp, çalışma masasının başına oturdu. Neredeydi o dün akşam bir kenara attığı kalemi? Aradı ama bulamadı. Kaybetmemesi gerekiyordu. Hiçbir zaman bulamamıştı kaybettiği bir eşyayı, yoldaşı. Çekmeceden yeni bir kalem aldı ve dün başlamaya çalıştığı ama bir yarım bıraktığı hikayede nerede kaldığını anlamak için son birkaç satıra göz attı. Beğenmezse yeniden başlayacaktı..

“Can ilk nefesini almıştı. Ciğerleri acıyordu, soluk almanın acı vereceğini düşünmemişti hiç. bu acı yetmezmiş gibi bir de ağlıyordu. ve bu ağlama kesinlikle son olmayacaktı..”

Bir şey yazmamıştı ama Can ismini sevmişti Murat. Buradan devam etme kararı aldı..

Published in: on Ağustos 18, 2009 at 2:32 pm  Yorum Yapın